GüncelLGBTİ+

ANALİZ | 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a Bağlayan Yeni Bir Yol Açmak!

Kadınların ve lubunyaların birliğinin tarihsel adımlar attığı böylesi bir süreçte, önder yoldaşımızın ve yüzlerce ölümsüzleşenimizin izinde hem ideolojik-politik hem de pratik anlamda bir hesaplaşma ve kopuşu gerçekleştirmek zorundayız.

Bir 17 Mayıs’ı daha geride bıraktık. Özelde kolektifimiz genelde ise hem Türkiye ve Kürdistan devrimcileri hem de bütün halkımız açısından Mayıs ayı önemli günleri içinde bulundurmaktadır. Bu yazıya başlamadan önce başta komünist önder İbrahim Kaypakkaya, Haki Karer ve Dörtler, 1977 1 Mayıs’ı şehitleri, Denizler ve Ulaş Bayraktaroğlu şahsında Mayıs ayında ölümsüzleşen tüm devrimcilere zafer sözümüzü bir kez daha yineliyoruz.

19 Mayıs tarihi ise ülkemiz tarihi açısından Türk burjuvazisinin oluşturulabilmesi için Rum, Süryani ve Aşurilerin katledilme fermanlarından Seyfo’nun da yıldönümü. Tüm dünya proletaryası ve ezilen halklarının birlik, mücadele ve dayanışma günüyle başlayan Mayıs ayı kızıllığını hem katliamlardan hem de direnişlerden alıyor. Şüphesiz Mayıs ayı üzerine söylenecek çok şey var. Anılmadan geçilmesin, baharın en güzel ayıdır Mayıs!

Her sene Mayıs ayı geldiğinde yapılması gereken görevler artar; bittabi coşku ve heyecan da. Ancak özellikle de KHK’lar ve valilik yasaklarıyla yasaklanmasının ardından uzunca bir süredir heyecanı sokaklara taşmayan “17 Mayıs Homofobi, Bifobi ve Transfobi Karşıtı Gün” bütün bu görevlerin arasında kaynayıp gidiyor. Ankara sokaklarını “1 Mayıs’tan 17 Mayıs’a aşk ve özgürlük için” gökkuşağına boyadığımız, TC devletinin tek tipçiliğine kafa tuttuğumuz, lubunyanın militanlık seviyesinin hat safhaya ulaştığı o günler faşizmin artmasıyla birlikte uzakta kaldı.

Aslında lubunyalar madiliklerinden bir şey kaybetmediler ancak faşizm karşısında geri atılan bazı adımların sonuçları oldu elbette. Biz devrimciler açısından da gündemimize henüz girmeye başlamış olan 17 Mayıs böylece “Mayıs ayının yoğunluğu nedeniyle, bazen unutuyoruz böyle günleri” bahanesi daha geçerli oldu diyelim.

Bazı kişi ve kurumlar açısından LGBTİ+ politikası üretmek popülerken yapılan, yapılabilecek yerde yapılan, slogan ve söylemlerle sınırlı kalan, batıda kuir, doğuda heteroseksist yaklaşımlarla sınırlanan bir yerde duruyor olabilir. Ancak bizler açısından LGBTİ+ politikaları üretmenin, heteroseksizm karşısında konumlanmanın kendisi sınıfsal bir tutumdur.

Heteroseksizm özel mülkiyet sisteminin bir sonucu olduğuna göre ona karşı savaşmak, LGBTİ+ kitlelerin kazanımlarını sınıf savaşımının bir parçası olarak ele almak ve özellikle de böylesi günlerde lubunya militanlığını kolektifimiz açısından daha da şanlatmak -diğer devrimci görevlerimiz gibi- görevlerimizden birisidir.

Belki bir kısmımız için 17 Mayıs Uluslararası Homofobi, Bifobi ve Transfobi Karşıtı Gün’ün kendisi bile henüz muammadır. O nedenle heteroseksist tıp politikaları karşısında bu özel günün nasıl kazanıldığına kısaca bir gözatalım:

Söke söke aldık

Kapitalist tıp, sistemin çıkarları gereği uzun yıllar eşcinselliği ve translığı hastalık kategorisinde tuttu. İlk etapta suç ve günah olarak yaftalanan eşcinsellik ve translık kapitalist üretim açısından bir tehlike arzettiğinden bu sistem altında şekillenen tıp da bu duruma “çözüm üretmeye” bu yanlışlığı “düzeltmeye” yönelmişti.

Kendine diyalektik materyalizmi temel alan seksolog Magnus Hirschfeld’in çalışmalarının Naziler tarafından yakılmasında olduğu gibi cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği alanındaki görece daha sağlıklı çalışmalar bir şekilde yok ediliyor, üstü örtülüyor ve engelleniyordu. Ancak buna rağmen “Homofil Hareket”ten itibaren bu tezler ve çalışmalar durdurulamadı.

Özellikle de LGBTİ+ların öfkesinin sokaklara taşması ile birlikte “modern tıp” olarak adlandırılan ikili cinsiyet anlayışına dayalı heteroseksist sağlık sistemi bu savaşta cephe kaybetmeye başladı.

Bugün hala dünyanın belirli yerlerinde bulunan “düzeltme merkezleri” birer birer kapanmaya başladı, devletler tarafından desteklenen heteroseksizme rağmen kitlelerin gücü ve realite şarlatanların yalanlarını teşhir etti. Bu sürece kadar bu merkezlerde binlerce LGBTİ+ taciz, tecavüz, elektrikli işkence vb. insanlık dışı saldırılara maruz kaldı ve yaşamını kaybetti. (Düzeltme ya da onarım terapileri ve düzeltme merkezlerine dair “They/Them” isimli film izlenebilir.)

Ancak Stonewall’de sokağı yakan öfke tüm dünyaya yayıldığında, ActUP’ın kampanyaları medyanın HIV/AIDS ile ilgili yalanlarını teşhir ettiğinde, lubunyalar fabrikalardan kampüslere her yerde olduklarını haykırdığında sistemin sözde sağlık politikaları da değişmek zorunda kaldı. Bütün bu mücadeleler sonucunda Dünya Sağlık Örgütü (WHO) eşcinselliği (yalnızca eşcinselliği) “uluslararası hastalık sınıflandırması”ndan çıkardı.

17 Mayıs 1990’da alınan bu karar tüm dünyada lubunyaların bir kazanımı olarak o günden beri kutlanıyor. (Trans kimlikler ancak 2019’da hastalık sınıflandırılmasından çıkartılabildi.) Bu “yaptıkları bilimsel deneyler sonucu elde ettikleri veriler” sonucunda olmadı elbette.

Akademi alanında verilen mücadele ile sokağın sesi birleştiğinde yapabilecekleri pek bir şey kalmamıştı. Ki bugün hala “eşcinsellik geni bulundu” gibi başlıklarla servis edilen sözde bilimsel deneylerle lubunyaları patalojikleştirmeye çalışmaya devam ettikleri hepimizin malumu.

Yeni bir yol için cüretli bir hesaplaşma

Tüm dünyada yükselen faşizmle birlikte başta translar olmak üzere tüm lubunyaların kazanılmış haklarına yönelik saldırıları da benzer şekillerde artıyor, hak gaspları büyüyor. “Eşit Evlilik Hakkı” vb. hakların kazanıldığı, LGBTİ+ların sözde yasal koruma altında oldukları emperyalist ülkelerde geçtiğimiz birkaç yıldan itibaren LGBTİ+lara dönük fiziksel şiddet artış gösteriyor.

Trans Dışlayıcı Radikal Feministlerle (TERF) başlayan saldırgan politikalar faşizmin yükselmesiyle hak gasplarının gündeme gelmesine evrildi. Başta ABD olmak üzere birçok batılı emperyalist ülkede politikacılar üzerinden sürdürülen ayrımcı söylemler sokakta lubunyalara dönük şiddete dönüşmekte.

Ülkemizin alameti farikası ise bugüne kadar yasal olarak zaten halihazırda tanınmamış olmamız ve LGBTİ+ları savunuyormuş gibi görünüp “ama Bahçeli’nin de eşcinsel seks kaseti var” diyen sözde muhalefet partileri. Bir yandan “ilerici ve laik” görünmek adına ürkekçe “LGBTİ+lar da bu ülkenin vatandaşı” söylemleri üreten CHP vb. burjuva partileri diğer taraftan AKP’li ya da MHP’li faşistlerin eşcinsel ilişkilerinden bahsediyorlar.

“LGBTİ+lara karşılar bakın kendileri de eşcinsel” gibi bir söylem ilk bakışta lubunyalardan yana görünse bile esasta LGBTİ+fobiyi körüklemekten başka bir işe yaramıyor. Zira bir kişinin LGBTİ+ olması ya da olmaması o kişinin dünya görüşünü belirlemiyor. Bu söylemler belki 20-30 yıl önce bazı şeylere tekabül edebilirdi. Ancak hem LGBTİ+ hareketinin geldiği nokta hem de toplumsal görünürlük nedeniyle bu söylemlerin oldukça gereksiz ve bizler açısından ancak ve ancak olumsuz sonuçları olduğunu bu söylemleri üretenler de biliyor.

Halk kitleleri içerisinde bu söylemlerin arkasına takılıp bilinçsizce LGBTİ+fobi üretenler olmasının dışında, bir faşist ya da değil herhangi birisinin cinsel kimliğinden kaynaklı teşhir edilerek politik lince maruz bırakılmasının tarihsel olarak bize ne gibi bir faydası olabilir?

LGBTİ+ların ayrımcılık ve şiddete maruz kalmasını istemeyenlerin yapması gereken “Bu da öyle diyor ama gizli travesti” söylemleri üreterek heteroseksizmi körüklemek değil Büyük Aile Yürüyüşlerine karşı barikatlar kurmak olmalıdır. Erkeğin iktidarına dayanan tek eşli heteroseksist aile kurumuna karşı politikalar üretmek olmalıdır.

Bunları tek eşli heteroseksüel ailenin devletinden ve burjuvaziden elbette beklemiyoruz. Ancak şunu bir de lubunyalar açısından tekrar etmek gerekir ki, bize AKP/MHP faşizmini gösterip Kemalist faşizme ikna etmeye çalışsalar da önünde sonunda bütün gerçeklik ortada.

Bütün bu ahval ve şerait içinde, sınırlı yaşamlarını sınırsız bir davaya adayan bizlerin “Mayıs ayının yoğunluğundan kaynaklı” her sene 17 Mayıs gibi bir kazanımın üzerinden atlamamız ne kadar makul olabilir? Burada “niyet ve samimiyet sorgulaması” elbette yapılıyor.

Zira heteroseksizmin bu denli kuşatması altında “LGBTİ+ kitlelerin mücadelesinden öğrenmek” iddiası tam da buralarda somutlanmaktadır. Bu kolektifin parçası olan lubunyalar olarak bu sorgulamaları doğru yöntemlerle yapmadığımızda mevcut çalışma tarzı, merkezi düzeyde bir körelme ürettiği gibi kolektif içinde de LGBTİ+ politikalarının üretimi, heteroseksizmin sorgulanmasını ve doğallığında gelişimi de kısıtlamaktadır.

Kadınların ve lubunyaların birliğinin tarihsel adımlar attığı böylesi bir süreçte, önder yoldaşımızın ve yüzlerce ölümsüzleşenimizin izinde hem ideolojik-politik hem de pratik anlamda bir hesaplaşma ve kopuşu gerçekleştirmek zorundayız.

Burada mesele “17 Mayıs’ı buruk geçiren LGBTİ+ yoldaşlarımız” meselesi olmamalıdır elbette. Mesele LGBTİ+ mücadelesinin bir parçası olan bu günün, bu kazanımın devrimin taşlarından birisi olduğunu anlayarak bu militanlık düzeyinde sahiplenmedir. 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan şey de işte bu yeni yol olacaktır.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu